samedi 30 septembre 2017

Gisèle Durero-Köseoğlu. Istanbul Üçlemesi : Ramazan davulcusu bir kahraman

Istanbul Üçlemesi : Ramazan davulcusu bir kahraman !
Istanbul Üçlemesi 

Bu üç ciltlik roman sizleri tanıdık yerlerde bir yabancı gibi dolaştıracak.

- Istanbul’dan Pencereler (2003, GiTa Yayınları)
-Istanbul’da Bir El Yazması (2006, GiTa Yayınları)
- Sır Dolu Istanbul (2009, GiTa Yayınları)

Bir nefeste okuyacaksınız…

Üç ciltte de Ramazan Davulcusu kahramanlardan biri…




               Istanbul’dan Pencereler

          Evet, geceleri sokaklarda tek başına yürüyen  alışılmadık bir karakter. Istanbul’dan Pencereler’de, geceleri sokaklarda davul çalarak yalnız başına yürür, her gece pencerede gördüğü bir kıza , Tülay’a, aşık olur. Istanbul’da Bir El Yazmasi’nda, o bir antikacının şoförü , Sır dolu İstanbul’da ise eskici olacaktır.
          Romanın kurgusunda kahramanın tek başına olduğu bölümler olduğu gibi romanın diğer karakterlerinin olduğu bölümler de vardır. Bu bölümlerde  İstanbul’un kozmopolit yaşamı ve İstanbul’un kendisi irdeleniyor. Istanbul’dan Pencereler’de, Ramazan davulcusu ortak karakter rolü oynuyor. Kaderi çoğu zaman diğer karakterlerinkiyle birleşiyor. Sokaktan geçişinden sonra,  her birinin duygularını öğreniyoruz.
          Buna ek olarak, mahallede yaşayanların hayallerini süslüyor, özellikle kadınların. 


 Açıklama : İstanbul’da karlı bir Ramazan ayında bir sokak ve o sokakta pencerelerinden her biri bir öyküye açılan bir apartman: Boğaz’daki bir yalının mirasçısı, gözünü altın hırsı bürümüş İnci; yaşlı Ermeni Avedis Amca ve onun sözde hizmetçisi bekâr-anne Serafina; “Feminist” lakaplı yalnız kadın Kıymet; anılarıyla yaşayan iki yaşlı Musevi, Hannah ve Moşe Amca; konu komşunun bitmek tükenmek bilmeyen dedikodularının odağı yabancı uyruklu kadın; bodrum katta yaşayan Durdu ve kapıcının mahallenin bakkalı Mert'le nişanlı ama gözü baldırı çıplak ama paşa duruşlu Ramazan Davulcusu'nda kızı Tülay...
Ve pencerelerde gezinen iki çift göz: Apartman sakinlerinin hepsini tanıyan Mert'in ve kendi kimliğinden bile habersiz Ramazan Davulcusu'nun gözleri... Sokakta bir gün duyulan bir mâni sesi aslında pencerelerin arkasında saklı yeknesak öykülerin çözülmesinin ve birbirlerine karışmasının habercisidir.
İstanbul'dan Pencereler, sayfalar arasında aşkın, ruhsal çözümlemelerin, esrarengiz serüvenlerin, gerilimin peşinden heyecan ve keyifle sürüklenmeyi özleyen roman tutkunları için...
 
Yeni baskisi
 İstanbul’da Bir El Yazması
Bu roman öncelikle bir macera romanı olarak nitelendirilebilir çünkü romanı başında, bir arkeologun esrarlı bir biçimde öldürülmesi gizemiyle karşılaşıyoruz ve bu gizem ancak romanın sonuna doğru çözüm buluyor. Sanırım roman gerçekten beklenmedik bir biçimde sonlanıyor. Aslında romandaki tüm kişiler, eski bir elyazmasının peşindeler, bu elyazması romandaki her kişi ayrı ama eşsiz bir değere sahip. Sahaf bu elyazmasına, eski kitaplara olan tutkusu nedeniyle ulaşmaya çalışırken, antika satıcısının elyazmasının peşine düşmesinin tek nedeni zengin olmak örneğin. Antika satıcısının eşi bu keşfe intikam hisleriyle bulaşıyor. Elyazmasının arayışı herkesi farklı nedenlerle harekete geçiriyor.

Bu nedenle bu romanı, “psikolojik bir roman” olarak nitelendirebiliriz. Çünkü farklı ruh hallerinde bulunan, duygusal ve ahlaksal acı içinde olan kişileri ele alıyor.
Romanın başkişisi Alice, otuz beş yaşında, hala geçmişin gölgesinde yaşayan genç bir kadın. Alice 35 yaşında, 14 yaşındayken ayrıldığı doğduğu şehir İstanbul'a dönerken yakasını hiç bırakmayan geçmişi yine peşindedir. Daha on dört yaşındayken, otuz beşlerinde bir erkekle yaşamış olduğu zoraki birlikteliğin onda bıraktığı izler… 
Ancak bu elyazmasının arayışı, Alice’i de anılarından ve bu hayaletin kurtarıyor. Aslında Alice aracılığıyla anlatmak istediğim, genç ve küçük bir kız için, çok erken bir zamanda aşkla tanışmanın ve bu aşkı ona tanıtan kişinin onu seven biri yerine sadece ondan istifade etmek isteyen bir çıkarcı olmasının ne kadar acı verici ve yıkıcı olabileceğini göstermekti. Geçmiş yıllarda yaşanılan büyük travmaların kaybolup gitmediklerini ve silinmez izler bıraktıkları göstermek istedim okurlarıma. Romanın ikinci kişisi, sahaf Antonio’nun yaşamı eski kitaplara olan tutkusundan ibaret. O da çelişkili bir biçimde, var olmadığını ya da daha doğrusu bir daha hissedemeyeceğini sandığı duyguları elyazmasının peşindeyken keşfediyor. Kızı Eda, aşırı duygusal ve romantik bir ruh yapısına sahip ve ideal ve saf aşk arayışında. Kitaplardaki gibi bir aşk peşinde, ancak o da hayatın gerçekleriyle yüz yüze gelip büyük bir hayalkırıklığı yaşıyorlar. Antika satıcısı Yahya, aynı zamanda eski eser kaçakçılığı da yapıyor, sonunda istediği her şeyi elde edemeyeceğini anlıyor. Antika satıcısının eşi Violeta, ihanet uğradığını yeni öğrenen bir eş olarak, ihanetin buhranlarında kıvranıyor ve intikam almak ile bağışlamak duyguları arasında gidip geliyor. Yahya’nın şoförü Yunus ise, eskiden sokaklarda yaşayan bir sokak çocuğuyken (İstanbul’dan Pencereler’in yani İstanbul Üçlemesi’nin birinci cildinin başkişisidir) sevmeyi bilmeden aşka düşer çünkü ona kimse küçükken sevmeyi öğretmemiştir. Bu nedenlerden dolayı İstanbul’da Bil El Yazması bir “aşk romanı” değil “aşk üzerine” yazılmış bir romandır.
Romanda aynı zamanda etik sorunlarda ele alınmakta, insanları, mantıkları dışında davranmaya iten, akıl dışı işler yapmaya teşvik eden “günaha eğilim” üzerine de bir deneme aslında.
“Elyazması” başlığı da pek çok anlamı bağrında taşıyor aslında. Bu herkesin peşinde olduğu bir “elyazması” ama aynı zamanda kalplerin, yaşamların ve kaderlerin de “yazısı”, “alınyazısı”.
Düşündüğünüzde, bu romanın değişik yüzleri içinde sizce en önemli, en ayrıcalıklı olan hangi yüzü, hangi yönü?
Evet, benim için öne çıkan bir yüzü var, bu roman her şeyden önce benim için duygusal buhranların romanıdır. Bu romanda, insan ilişkilerinde bir uyumu ve sağduyuyu yakalanmanın ne kadar güç olduğu da işleniyor. Geçmişimizin bize, anılarımıza, kaderimize ve yaşamımıza vurduğu mühür bu romanın konusu. Bu kitapta herkes seviyor, herkes acı çekiyor. İnsanları birbirinden ayıran tüm sosyal, kültürel eşitsizliklere karşın, aslında herkesin eşit olduğu durumlar var. Bu da insanların yaşama ve ölüme olan mesafeleri. Ve duygular insanları eşit kılan bir diğer mekan. İnsanlar aşk acısı çekerken herkese aynı mesafedeler. Bu teselliye muhtaç iç yoksunluğunun, İstanbu’da Bir El Yazması’nın da konusu olduğu düşünüyorum. Teselliye muhtaç diyorum çünkü ben her roman kişime karşı şefkat duyuyorum. Bana o kadar yakınlar ki.
Bu öğretici bir roman mı?
Öğretici tanımlaması biraz abartılı bir tanımlama olmasına karşın, bu romanda öğretici ve bilgilendirici bir yön olduğunu da kabul etmeliyim. Bu özellikle Avrupalı okurlar için böyle sanırım. Anadolu’nun Hıristiyanlığın yayılmasında tarihsel bir önemi var. Anadolu toprakları, Kudüs’ten sonra Hıristiyanlığın ikinci kutsal merkezi olmuştur. Örneğin Aziz Paulus. Tarsus’da doğmuştur, Antakya’da ve Efes’de vaaz vermiştir. Alice’i izlerini takip ederek okur, Hıristiyanlığın ilk çağlarının önemli merkezlerini de keşfediyor: Efes, Tarsus, Silifke, Demre… ve belki de okurlarımda bu yerleri ziyaret etme hevesi de uyandırabilirim diye düşünüyorum.
Bu romanın bu yüzüyle, Avrupalılara, kültürlerinin bir kısmının bu topraklardan çıktığını ve bu topraklardaki olayların ürünü olduğunu ve Türkiye’nin aslında Avrupa’nın bir parçası olduğunu gösterebilmeyi umuyorum.
Bu romanda özyaşamöykünüzden yansımalar da var mı?
Hayır, bu romanda benim yaşamöykümün yansımaları yer almıyor. Bu romanda yer alan öyküler, duyduğum ya da gözlemlediğim ve hayalgücümle biçimlendirdiğim öyküler. Elbette, her yazar gibi, kendi yaşamöykümden de aldıklarım oldu ancak bu öğeler benim hayalgücümle o kadar harmanlanmış durumda ki ben bile yaşanmışla kurguyu ayırt edemiyorum. Bu noktada Boris Vian’ın bir sözü aklıma geliyor: “Bu öykü gerçektir çünkü ben kurguladım”.
Neden kitabınızın adı İstanbul Elyazması oysa bu elyazması Efes’de bulunuyor?
Evet, elyazması Efes’de bulunuyor ama bu romanın asıl öyküsü İstanbul’da geçiyor. Romanın başkişisi Alice, tarihi sitlere yolculuk ediyor ama asıl olay örgüsü İstanbul’da dokunuyor, öyküyü esinleyen bu şehir oluyor. Dahası, romanın kişileri İstanbullu, farklı kültürlerden ve dinlerden geliyor, bu yönleriyle de, hala İstanbul’un bazı mahallerinin dokusunu oluşturan kültür mozaiğini de temsil ediyorlar. Bu nedenle kitabımın adının İstanbul’da Bir El Yazması olmasının uygun olacağını düşündüm.
Neden bir İncil elyazması seçtiniz?
Önceleri bu konuda kararsız kaldığımı itiraf etmeliyim. İlk yazım aşamalarında, Saadeddin Köpek tarafından yazılmış hayali bir Selçuklu elyazması düşünmüştüm. Ancak eski elyazmalarıyla ilgili araştırmalar yaparken, özellikle ilk İncil elyazmaları ilgimi çekti. Bunun üzerine İncil elyazmasında karar kıldım; çünkü, sözkonusu elyazmasının maddi açıdan da pahabiçilmez bir değerde olmasının, romanın olay örgüsüne daha uygun düşeceğini düşündüm.  Elyazmasının değeri, kimilerini bu uğurda cinayet işlemeye ya da hırsızlık yapmaya itecek yükseklikte olmalıydı.
Ayrıca, sizin de daha önce belirttiğiniz gibi, Anadolu topraklarının Hıristiyanlık tarihi açısından çok önemli olduğunu da göstermek istedim.
Romanlarınızda tarihin rolü nedir? Görüyoruz ki genelde tarih araştırmaları gerektiren konulardan seçiyorsunuz kitaplarınızın konularını?
Tarih benim tutkularımdan biri, tarih araştırmaları yapmak benim tutkulu olduğum bir alan. Roman yazmak da en büyük tutkum. Bu nedenle bu iki tutkumu birleştirmeye çalışıyorum. Mahperi Sultan tarih romanı nitelemesine sahip olabilecek bir roman, çünkü Selçukluların tarihiyle ilgili tarihi gerçeklere uymaya büyük özen gösterdim. Ancak İstanbul’da Bir El Yazması’nda, daha özgür olduğumu kabul etmeliyim, sonuçta, kitabın konusunu oluşturan elyazması hayali bir elyazması. Bununla birlikte, böyle bir elyazması var olabilirdi de. Eğer var olsaydı da, ancak benim tarif ettiğim gibi bir elyazması olurdu. Çünkü ben bu elyazmasını, Apokrifa ve İncil elyazmalarıyla ilgili son derece titiz bir inceleme sürdürdükten sonra kurguladım.
Ayrıca bu tür kitapların, tarihle ilgilenen okurları, gidip özel konularda kitaplar okumalarına gerek kalmadan bazı hazır bilgiler sunma yönleriyle de ilgilendirebileceğini düşünüyorum. Romanda pek çok açıklayıcı not bulunmakta. Eski İncil elyazmalarıyla ya da din tarihiyle ilgili notları, romanı ağırlaştırmamak için, son not olarak kitabın sonuna eklemeyi uygun gördüm. Ama bu notlar, bu konularda daha derin bilgi sahibi olmayı isteyen okurların ilgisini çekecektir, şunu da belirtmeliyim bu notların okunması, romanın anlaşılması açısından zorunlu da değildir.
  Sır Dolu İstanbul
         « Sonuçta ben neyim? Bir Fransız mı, Türk mü, Hıristiyan mı, Müslüman mı, Mesih’in gelişine inanan Yahudilerin soyundan biri mi?
-Aslında sen bunların hepsisin… Yani İstanbul gibisin. Bu gün bu kadar önemliyse bu kadar etkileyiciyse bu şehir eskiden Bizans, Konstantinopolis, İslambol, Asitâne, Der Saadet… Olduğu içindir, Bu muhteşem geçmişinin izlerini kokusunu içinde barındırmasa, deniz kıyısında bulunan diğer binlercesi gibi sadece güzel bir kent olarak kalırdı. »
Günlerden bir gün, Alice eski bir seyahat çantasının içinde tüm yaşamını alt üst edecek bir not defteri bulur. Bu bulgu, aile sırlarının ve tabularının parçalanıp ortaya çıktığı heyecan verici bir araştırmanın başlangıcı olur…
Sır dolu İstanbul, kimlikleri ile ilgili yalanları gizlendikleri yerden çıkarmak amacıyla geçmişin karmaşasını araştıran kahramanları sahneye koyar. Kökenlerini arama, onları Türkiye ile ilgili düşler kuran ünlü tarihî kişilerin izleri üzerinde şaşırtıcı buluşlara kadar götürür: bir sözüm ona Mesih, ünlü bir Fransız ozan, fenerler kuran biri, bir Osmanlı saray ressamı…
Sır dolu İstanbul, kültür mozaiği, dinlerinin şaşırtıcı çeşitliliği ve gizlediği sırları ile XXI. Yüzyılın başlarındaki İstanbul üzerine bir kurgudur. Bu büyüleyici Türk kentinde geçen hem gerçekçi hem de destansı bir romandır.


Bir soru : İstanbul Üçlemesi’nin son kitabında « Doğu’da Bir Yolcunun Notları » başlıklı bir bölüm var. Türkiye ile ilgili düşlerim asla gerçekleşmeyecek diyor ozan. Sonunda görüyoruz ki gerçekleşmiyor. Biraz açar mısınız bunu?
Evet, ikinci bölümde Türkiye aşığı Lamartine var. Ömrünün son günlerini Türkiye de geçirmek istemiştir. Padişah Tire’de toprak bahşetmiştir kendisine. Ama parasızlık yüzünden bir türlü o toprakları işleyip yaşamını sağlayacak geliri elde edememiştir. Onun için zaten Türkiye üzerindeki hayallerimi geçekleştiremedim demiştir. Parasızlık yüzünden zor günler yaşadığı günlerde Padişah ona bahşettiği toprakları, kiralatmış ve bu kiraları Lamartine’e vermiştir. Padişahın bu iyiliğinden çok etkilenen Lamartine o kapsamlı büyük « Türkiye Tarihi » kitabını yazmıştır.