Istanbul Üçlemesi : Ramazan
davulcusu
bir kahraman !
Istanbul Üçlemesi
Bu
üç ciltlik roman sizleri tanıdık yerlerde bir yabancı gibi dolaştıracak.
- Istanbul’dan
Pencereler (2003, GiTa Yayınları)
-Istanbul’da
Bir El Yazması (2006, GiTa
Yayınları)
- Sır Dolu Istanbul (2009, GiTa Yayınları)
- Sır Dolu Istanbul (2009, GiTa Yayınları)
Bir
nefeste okuyacaksınız…
Üç ciltte de Ramazan Davulcusu kahramanlardan biri…
Istanbul’dan
Pencereler
Evet, geceleri sokaklarda
tek başına yürüyen alışılmadık bir karakter. Istanbul’dan Pencereler’de,
geceleri sokaklarda davul çalarak yalnız başına yürür, her gece pencerede
gördüğü bir kıza , Tülay’a, aşık olur. Istanbul’da Bir El Yazmasi’nda,
o bir antikacının şoförü , Sır dolu İstanbul’da ise eskici
olacaktır.
Romanın kurgusunda
kahramanın tek başına olduğu bölümler olduğu gibi romanın diğer
karakterlerinin olduğu bölümler de vardır. Bu bölümlerde
İstanbul’un kozmopolit yaşamı ve İstanbul’un kendisi irdeleniyor. Istanbul’dan
Pencereler’de, Ramazan davulcusu ortak karakter rolü oynuyor. Kaderi çoğu
zaman diğer karakterlerinkiyle birleşiyor. Sokaktan geçişinden
sonra, her birinin duygularını öğreniyoruz.
Buna ek
olarak, mahallede yaşayanların hayallerini süslüyor, özellikle kadınların.
Açıklama : İstanbul’da karlı bir Ramazan ayında bir
sokak ve o sokakta pencerelerinden her biri bir öyküye açılan bir apartman:
Boğaz’daki bir yalının mirasçısı, gözünü altın hırsı bürümüş İnci; yaşlı Ermeni
Avedis Amca ve onun sözde hizmetçisi bekâr-anne Serafina; “Feminist” lakaplı
yalnız kadın Kıymet; anılarıyla yaşayan iki yaşlı Musevi, Hannah ve Moşe Amca;
konu komşunun bitmek tükenmek bilmeyen dedikodularının odağı yabancı uyruklu
kadın; bodrum katta yaşayan Durdu ve kapıcının mahallenin bakkalı Mert'le
nişanlı ama gözü baldırı çıplak ama paşa duruşlu Ramazan Davulcusu'nda kızı
Tülay...
Ve pencerelerde gezinen iki çift göz:
Apartman sakinlerinin hepsini tanıyan Mert'in ve kendi kimliğinden bile
habersiz Ramazan Davulcusu'nun gözleri... Sokakta bir gün duyulan bir mâni sesi
aslında pencerelerin arkasında saklı yeknesak öykülerin çözülmesinin ve
birbirlerine karışmasının habercisidir.
İstanbul'dan
Pencereler,
sayfalar arasında aşkın, ruhsal çözümlemelerin, esrarengiz serüvenlerin,
gerilimin peşinden heyecan ve keyifle sürüklenmeyi özleyen roman tutkunları
için...
İstanbul’da
Bir El Yazması
Bu roman öncelikle
bir macera romanı olarak nitelendirilebilir çünkü romanı başında, bir
arkeologun esrarlı bir biçimde öldürülmesi gizemiyle karşılaşıyoruz ve bu gizem
ancak romanın sonuna doğru çözüm buluyor. Sanırım roman gerçekten beklenmedik
bir biçimde sonlanıyor. Aslında romandaki tüm kişiler, eski bir elyazmasının
peşindeler, bu elyazması romandaki her kişi ayrı ama eşsiz bir değere sahip.
Sahaf bu elyazmasına, eski kitaplara olan tutkusu nedeniyle ulaşmaya
çalışırken, antika satıcısının elyazmasının peşine düşmesinin tek nedeni zengin
olmak örneğin. Antika satıcısının eşi bu keşfe intikam hisleriyle bulaşıyor.
Elyazmasının arayışı herkesi farklı nedenlerle harekete geçiriyor.
Bu
nedenle bu romanı, “psikolojik bir roman” olarak nitelendirebiliriz. Çünkü
farklı ruh hallerinde bulunan, duygusal ve ahlaksal acı içinde olan kişileri
ele alıyor.
Romanın başkişisi
Alice, otuz beş yaşında, hala geçmişin gölgesinde yaşayan genç bir kadın. Alice 35 yaşında, 14 yaşındayken ayrıldığı doğduğu
şehir İstanbul'a dönerken yakasını hiç bırakmayan geçmişi yine peşindedir. Daha
on dört yaşındayken, otuz beşlerinde bir erkekle yaşamış olduğu zoraki
birlikteliğin onda bıraktığı izler…
Ancak bu
elyazmasının arayışı, Alice’i de anılarından ve bu hayaletin kurtarıyor.
Aslında Alice aracılığıyla anlatmak istediğim, genç ve küçük bir kız için, çok
erken bir zamanda aşkla tanışmanın ve bu aşkı ona tanıtan kişinin onu seven
biri yerine sadece ondan istifade etmek isteyen bir çıkarcı olmasının ne kadar
acı verici ve yıkıcı olabileceğini göstermekti. Geçmiş yıllarda yaşanılan büyük
travmaların kaybolup gitmediklerini ve silinmez izler bıraktıkları göstermek
istedim okurlarıma. Romanın ikinci kişisi, sahaf Antonio’nun yaşamı eski
kitaplara olan tutkusundan ibaret. O da çelişkili bir biçimde, var olmadığını
ya da daha doğrusu bir daha hissedemeyeceğini sandığı duyguları elyazmasının
peşindeyken keşfediyor. Kızı Eda, aşırı duygusal ve romantik bir ruh yapısına
sahip ve ideal ve saf aşk arayışında. Kitaplardaki gibi bir aşk peşinde, ancak
o da hayatın gerçekleriyle yüz yüze gelip büyük bir hayalkırıklığı yaşıyorlar.
Antika satıcısı Yahya, aynı zamanda eski eser kaçakçılığı da yapıyor, sonunda
istediği her şeyi elde edemeyeceğini anlıyor. Antika satıcısının eşi Violeta,
ihanet uğradığını yeni öğrenen bir eş olarak, ihanetin buhranlarında kıvranıyor
ve intikam almak ile bağışlamak duyguları arasında gidip geliyor. Yahya’nın
şoförü Yunus ise, eskiden sokaklarda yaşayan bir sokak çocuğuyken (İstanbul’dan Pencereler’in yani İstanbul Üçlemesi’nin birinci cildinin
başkişisidir) sevmeyi bilmeden aşka düşer çünkü ona kimse küçükken sevmeyi
öğretmemiştir. Bu nedenlerden dolayı İstanbul’da
Bil El Yazması bir “aşk romanı” değil “aşk üzerine” yazılmış bir romandır.
Romanda
aynı zamanda etik sorunlarda ele alınmakta, insanları, mantıkları dışında
davranmaya iten, akıl dışı işler yapmaya teşvik eden “günaha eğilim” üzerine de
bir deneme aslında.
“Elyazması” başlığı
da pek çok anlamı bağrında taşıyor aslında. Bu herkesin peşinde olduğu bir
“elyazması” ama aynı zamanda kalplerin, yaşamların ve kaderlerin de “yazısı”,
“alınyazısı”.
Düşündüğünüzde, bu romanın değişik yüzleri
içinde sizce en önemli, en ayrıcalıklı olan hangi yüzü, hangi yönü?
Evet, benim için
öne çıkan bir yüzü var, bu roman her şeyden önce benim için duygusal
buhranların romanıdır. Bu romanda, insan ilişkilerinde bir uyumu ve sağduyuyu
yakalanmanın ne kadar güç olduğu da işleniyor. Geçmişimizin bize, anılarımıza,
kaderimize ve yaşamımıza vurduğu mühür bu romanın konusu. Bu kitapta herkes
seviyor, herkes acı çekiyor. İnsanları birbirinden ayıran tüm sosyal, kültürel
eşitsizliklere karşın, aslında herkesin eşit olduğu durumlar var. Bu da
insanların yaşama ve ölüme olan mesafeleri. Ve duygular insanları eşit kılan
bir diğer mekan. İnsanlar aşk acısı çekerken herkese aynı mesafedeler. Bu
teselliye muhtaç iç yoksunluğunun, İstanbu’da
Bir El Yazması’nın da konusu olduğu düşünüyorum. Teselliye muhtaç diyorum
çünkü ben her roman kişime karşı şefkat duyuyorum. Bana o kadar yakınlar ki.
Bu öğretici bir roman mı?
Öğretici
tanımlaması biraz abartılı bir tanımlama olmasına karşın, bu romanda öğretici
ve bilgilendirici bir yön olduğunu da kabul etmeliyim. Bu özellikle Avrupalı
okurlar için böyle sanırım. Anadolu’nun Hıristiyanlığın yayılmasında tarihsel
bir önemi var. Anadolu toprakları, Kudüs’ten sonra Hıristiyanlığın ikinci
kutsal merkezi olmuştur. Örneğin Aziz Paulus. Tarsus’da doğmuştur, Antakya’da
ve Efes’de vaaz vermiştir. Alice’i izlerini takip ederek okur, Hıristiyanlığın
ilk çağlarının önemli merkezlerini de keşfediyor: Efes, Tarsus, Silifke, Demre…
ve belki de okurlarımda bu yerleri ziyaret etme hevesi de uyandırabilirim diye
düşünüyorum.
Bu romanın bu
yüzüyle, Avrupalılara, kültürlerinin bir kısmının bu topraklardan çıktığını ve
bu topraklardaki olayların ürünü olduğunu ve Türkiye’nin aslında Avrupa’nın bir
parçası olduğunu gösterebilmeyi umuyorum.
Bu romanda özyaşamöykünüzden yansımalar da
var mı?
Hayır, bu romanda
benim yaşamöykümün yansımaları yer almıyor. Bu romanda yer alan öyküler,
duyduğum ya da gözlemlediğim ve hayalgücümle biçimlendirdiğim öyküler. Elbette,
her yazar gibi, kendi yaşamöykümden de aldıklarım oldu ancak bu öğeler benim
hayalgücümle o kadar harmanlanmış durumda ki ben bile yaşanmışla kurguyu ayırt
edemiyorum. Bu noktada Boris Vian’ın bir sözü aklıma geliyor: “Bu öykü
gerçektir çünkü ben kurguladım”.
Neden kitabınızın adı İstanbul Elyazması oysa bu elyazması Efes’de bulunuyor?
Evet, elyazması
Efes’de bulunuyor ama bu romanın asıl öyküsü İstanbul’da geçiyor. Romanın
başkişisi Alice, tarihi sitlere yolculuk ediyor ama asıl olay örgüsü
İstanbul’da dokunuyor, öyküyü esinleyen bu şehir oluyor. Dahası, romanın
kişileri İstanbullu, farklı kültürlerden ve dinlerden geliyor, bu yönleriyle
de, hala İstanbul’un bazı mahallerinin dokusunu oluşturan kültür mozaiğini de
temsil ediyorlar. Bu nedenle kitabımın adının İstanbul’da Bir El Yazması olmasının uygun olacağını düşündüm.
Neden bir İncil elyazması seçtiniz?
Önceleri bu konuda kararsız kaldığımı itiraf etmeliyim.
İlk yazım aşamalarında, Saadeddin Köpek tarafından yazılmış hayali bir Selçuklu
elyazması düşünmüştüm. Ancak eski elyazmalarıyla ilgili araştırmalar yaparken,
özellikle ilk İncil elyazmaları ilgimi çekti. Bunun üzerine İncil elyazmasında
karar kıldım; çünkü, sözkonusu elyazmasının maddi açıdan da pahabiçilmez bir değerde
olmasının, romanın olay örgüsüne daha uygun düşeceğini düşündüm. Elyazmasının değeri, kimilerini bu uğurda
cinayet işlemeye ya da hırsızlık yapmaya itecek yükseklikte olmalıydı.
Ayrıca, sizin de
daha önce belirttiğiniz gibi, Anadolu topraklarının Hıristiyanlık tarihi
açısından çok önemli olduğunu da göstermek istedim.
Romanlarınızda tarihin rolü nedir?
Görüyoruz ki genelde tarih araştırmaları gerektiren konulardan seçiyorsunuz kitaplarınızın
konularını?
Tarih benim
tutkularımdan biri, tarih araştırmaları yapmak benim tutkulu olduğum bir alan.
Roman yazmak da en büyük tutkum. Bu nedenle bu iki tutkumu birleştirmeye
çalışıyorum. Mahperi Sultan tarih
romanı nitelemesine sahip olabilecek bir roman, çünkü Selçukluların tarihiyle
ilgili tarihi gerçeklere uymaya büyük özen gösterdim. Ancak İstanbul’da Bir El Yazması’nda, daha özgür olduğumu kabul etmeliyim,
sonuçta, kitabın konusunu oluşturan elyazması hayali bir elyazması. Bununla
birlikte, böyle bir elyazması var olabilirdi de. Eğer var olsaydı da, ancak
benim tarif ettiğim gibi bir elyazması olurdu. Çünkü ben bu elyazmasını,
Apokrifa ve İncil elyazmalarıyla ilgili son derece titiz bir inceleme sürdürdükten
sonra kurguladım.
Ayrıca bu tür
kitapların, tarihle ilgilenen okurları, gidip özel konularda kitaplar
okumalarına gerek kalmadan bazı hazır bilgiler sunma yönleriyle de
ilgilendirebileceğini düşünüyorum. Romanda pek çok açıklayıcı not bulunmakta.
Eski İncil elyazmalarıyla ya da din tarihiyle ilgili notları, romanı
ağırlaştırmamak için, son not olarak kitabın sonuna eklemeyi uygun gördüm. Ama
bu notlar, bu konularda daha derin bilgi sahibi olmayı isteyen okurların
ilgisini çekecektir, şunu da belirtmeliyim bu notların okunması, romanın
anlaşılması açısından zorunlu da değildir.
Sır Dolu İstanbul
« Sonuçta ben neyim? Bir Fransız
mı, Türk mü, Hıristiyan mı, Müslüman mı, Mesih’in gelişine inanan Yahudilerin
soyundan biri mi?
-Aslında sen
bunların hepsisin… Yani İstanbul gibisin. Bu gün bu kadar önemliyse bu kadar
etkileyiciyse bu şehir eskiden Bizans, Konstantinopolis, İslambol, Asitâne, Der
Saadet… Olduğu içindir, Bu muhteşem geçmişinin izlerini kokusunu içinde
barındırmasa, deniz kıyısında bulunan diğer binlercesi gibi sadece güzel bir
kent olarak kalırdı. »
Günlerden bir gün,
Alice eski bir seyahat çantasının içinde tüm yaşamını alt üst edecek bir not
defteri bulur. Bu bulgu, aile sırlarının ve tabularının parçalanıp ortaya
çıktığı heyecan verici bir araştırmanın başlangıcı olur…
Sır dolu İstanbul, kimlikleri ile ilgili yalanları gizlendikleri yerden çıkarmak amacıyla
geçmişin karmaşasını araştıran kahramanları sahneye koyar. Kökenlerini arama, onları
Türkiye ile ilgili düşler kuran ünlü tarihî kişilerin izleri üzerinde şaşırtıcı
buluşlara kadar götürür: bir sözüm ona Mesih, ünlü bir Fransız ozan, fenerler
kuran biri, bir Osmanlı saray ressamı…
Sır dolu İstanbul, kültür mozaiği, dinlerinin şaşırtıcı çeşitliliği ve gizlediği sırları
ile XXI. Yüzyılın başlarındaki İstanbul üzerine bir kurgudur. Bu büyüleyici
Türk kentinde geçen hem gerçekçi hem de destansı bir romandır.
Bir
soru : İstanbul Üçlemesi’nin son
kitabında « Doğu’da Bir Yolcunun Notları » başlıklı bir bölüm var. Türkiye ile ilgili düşlerim asla
gerçekleşmeyecek diyor ozan. Sonunda görüyoruz ki gerçekleşmiyor. Biraz
açar mısınız bunu?
Evet, ikinci bölümde
Türkiye aşığı Lamartine var. Ömrünün son günlerini Türkiye de geçirmek
istemiştir. Padişah Tire’de toprak bahşetmiştir kendisine. Ama parasızlık
yüzünden bir türlü o toprakları işleyip yaşamını sağlayacak geliri elde
edememiştir. Onun için zaten Türkiye üzerindeki hayallerimi geçekleştiremedim
demiştir. Parasızlık yüzünden zor günler yaşadığı günlerde Padişah ona
bahşettiği toprakları, kiralatmış ve bu kiraları Lamartine’e vermiştir.
Padişahın bu iyiliğinden çok etkilenen Lamartine o kapsamlı büyük « Türkiye
Tarihi » kitabını yazmıştır.