mercredi 4 juillet 2018

Finans Gündem, 4.07.2018 :Fransız-Türk dostluğunun altın kalemi Gisele Durero-Köseoğlu konuştu

http://www.finansgundem.com/haber/fransiz-turk-dostlugunun-altin-kalemi-gisele-durero-koseoglu-konustu/1321961

Fransız-Türk dostluğunun altın kalemi Gisele Durero-Köseoğlu konuştu

Fransız-Türk dostluğunun altın kalemi Gisele Durero-Köseoğlu konuştu
04 Temmuz 2018 - 09:10www.finansgundem.com

Türk edebiyatseverler onu İstanbul üçlemesiyle, Mahperi Hatun ve son eseri Gürcü Hatun’la tanıyor. Bilmedikleri ise Türkiye’ye sevgisi, Türk tarihine olan hayranlığı…

SERAP SÜRMELİ – FINANSGUNDEM.COM
Güzelliği hem yüzünde hem içinde. Yürüyüşü, gülüşü, tarzı, tam bir Fransız hanımefendisi. İstanbul aşığı, Teşvikiyeli Fransız yazar Gisele Durero-Köseoğlu ile Harbiye’de buluşuyoruz. Bir bahçe kafede oturuyoruz. Hava mis, çaylar demli, bardaklar Ajda belli; yudumlarken konuşuyoruz…
Fransız – Türk dostluğunun büyük ve ünlü kalemini dinliyorum. Hayatının rotasını değiştiren Türk’ten, gönlünün sultanı eşi Taceddin Köseoğlu’ndan söz ediyor önce. Evlilik ve Türkiye’yi keşfediş… Bu ülkeyi nasıl candan sevdiğini, kullandığı kelimelere bakarak değil, sesindeki neşeden anlıyorsunuz. Küçük yaşta şiirle doğan edebi bir kalemin Fransa’da nasıl serpildiğini, ”Fransa Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Büyük Ödülü” getiren şövalye ruhun, “Palmes académiques” nişanının tutuşturduğu o roman aşkının bizim topraklarda nasıl yeşerdiğine şahit oluyorsunuz.
“Türklerde bile yok” dedirten cinsten Türk tarihine olan merakı, insanı hayret ettiriyor! Yüzyıllara koşuyor, derinlere dalıyor, kahramanlarını buluyor, çıkarıyor. Ama bunun için bıkmadan, usanmadan çalışıyor; araştırıyor, notlar alıyor, gidiyor, geziyor, görüyor. Gönül gözüyle… Bir asırdan diğerine izlerini soluyor, havaya giriyor. Bugün Türk edebiyatseverlerin, Fransızların, Yunanların heyecanla bekledikleri, bir solukta okuduğu ‘bu bir Gisele eseri‘ dedirten satırları hepimizi yakalıyor. Gizem, heyecan, sürüklüyor.
İtiraf etmeliyim, en büyük sırrı, hoşgörüsü ve samimiyeti. İki bayrak arasında ‘dostluk artırma köprüsü’ kurmuş ama bizden biri de olmuş. Lügatında Türk tarihi yok, ‘tarihimiz’ var. Zaten kendisi de, “Basılan bütün kitaplarım Türkiye hakkında. Türkiye’nin hem kültürünü, hem insanlarını tanıtmak benim için çok önemli. Çünkü Türkiye’yi çok seviyorum” diyor. 
Belli, dilden dile çevrilen o kitaplar ‘doldur, boşalt’ tekniği ile yazılmıyor. Üç günde bitirilip, dördüncü gün basılmıyor. Biri Mahperi diğeri Gürcü, iki ‘Hatun’a ayırdığı zamana bakın, tam 10 yıl. “Muhteşem Gisele” övgüsünü hak ediyor…
Mısır Çarşısı’ndan Şişli’ye, Boğaz’ın balıkçı köylerinden Galata’ya, Kadıköy’den Taksim’e, İstiklal Caddesi’ne, Çamlıca’dan Haliç’e, her taşının altından ‘imparatorluk’ fışkıran Dersaadet’e, Fransa Hükümeti tarafından resmi olarak ‘edebiyat öğretmeni’ olarak gönderilen Gisele Durero-Köseoğlu’nun kente kalbi duyguları o kadar sıcak, o kadar hassas ki ilk romanının konusu da adı da İstanbul…
Sadece evde çalışma odasında değil, metroda, kafede, aklına gelen her yerde yazdığını söylüyor Gisele. Çok etkilendiği, çok şey öğrendiği Yaşar Kemal’de duruyor! Öyle bir bakış atıyor, sevdasını öyle hissettiriyor ki mıhlanıp kalıyorsunuz. Kendinizi sanki ‘Nobel’i vermeyen jüri heyeti suçluluğu içinde’ sanıyorsunuz.  Yazar kalbiyle izlediği, eserlerini kaçırmadığı ikinci isim ise Ayşe Kulin.
Sohbetten detay çok. Kısa kesiyorum, sözü Fransız-Türk dostluğunun büyük yazarı Gisele Durero-Köseoğlu’na bırakıyorum. Ama mini bir sırrını paylaşarak. Yazmaya başladığı son romanı da köklü bir Türk ailesinin hikâyesi. 1204 yılında İstanbul’da başlıyor, Fransa Nice’de bitiyor. Hazır olun, ‘tarihimiz’e yeni bir yolculuk başlıyor… 
İLK ROMANIM 1980’Lİ YILLARIN İSTANBUL’UNU ANLATIR
- Biraz kendinizden bahseder misiniz?
Gisele Durero-Köseoğlu - Edebiyatla çok küçük yaşlarda tanıştım. Çocukluk hayalim yazar olmaktı. 10 yaşında ilk şiirimi yazdım. Hatta 16 yaşında da ilk ödülümü, Fransız Cumhuriyeti “Cumhurbaşkanı Büyük Ödülü” olarak şiir dalında aldım. Şiirden sonra roman yazmaya da başladım. Tabii ki şiir yazmayı bırakmadım, hâlâ yazıyorum.  Nice Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans yaptım ve sonrasında edebiyat öğretmenliğine başladım. 1982 yılında, eşim Taceddin’le tanıştım ve Türkiye yolculuğum başlamış oldu. Birkaç kez Türkiye’ye geldim ve özelikle İstanbul’u çok sevdim. Tabi o yıllarda İstanbul’da Fransız okulları çoktu ve ben de İstanbul’da öğretmenlik yapmaya karar verdim. Bu arada 1983 yılında İstanbul’a gelmek için Fransa’dan izin istedim ve beni resmi olarak İstanbul’a gönderdiler. 1986 yılında da Taceddin’le evlendim. 27 ve 30 yaşlarında iki oğlumuz var.
-İlk romanınızın konusu neydi?
Gisele Durero-Köseoğlu - İlk romanım 1980’li yılların İstanbul’unu anlatır. İstanbul’dan Pencereler adıyla yayımlandı. İkinci romanım Mahperi Hatun için çok araştırma yaptım, çok kitap okudum ve Konya, Kayseri, Sivas, Eğirdir dahil birçok yere gittim.  Ama hem öğretmenlik yapmak hem araştırmaları sürdürmek hem de kitapta anlatacağım tarihi yerleri gezmek oldukça zordu çünkü bu kitap benim için çok önemliydi. Bu yüzden Mahperi Hatun kitabını yazmaya ara verip İstanbul Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan ‘’İstanbul’da Bir El Yazması’’ polisiye romanını yazdım. 
MAHPERİ HATUN’U YAZARKEN BEYŞEHİR GÖLÜ’NE GİTTİM, ÇOK ETKİLENDİM
-Tarihi roman yazmak için kaynaklar yeterli miydi?
Gisele Durero-Köseoğlu - Aslında çok fazla kaynak vardı. Romanı yazmak için İstanbul kütüphanelerini dolaştım. Bazen kaynaklar aynı şeyleri söylemezler. Başka kaynaklardan kontrol etmeniz gerekir. Ama hikâyenin geçtiği yerleri görmek istediğim için eşim ve çocuklarımla çok gezdik. Mesela Mahperi Hatun’u yazarken Beyşehir Gölü’ne gitmiştik ve orası beni çok çok etkilemişti.
-Devam kitabı yazmak zor mu?
Gisele Durero-Köseoğlu - Dediğim gibi Mahperi Hatun’u yazmam çok uzun sürdü ve 500 sayfaya yakın oldu. İki cilt yazmak zorundaydım bitirmek için. Onun için de ikinci kitabı yani Gürcü Hatun’u yazdım. Gürcü Hatun, Mahperi Hatun’un kitabının hem devamı gibi hem de ayrı okunabiliyor. Şunu da söylemek istiyorum, Gürcü Hatun’da daha değişik bir edebiyat yapmak istedim.
-Bundan sonraki kitap hazırlıkları başladı mı?
Gisele Durero-Köseoğlu - Çok açıklamak istemiyorum ama yeni kitabımı yazmaya başladım bile. Ama yine de küçük tüyolar vereyim. Yine tarihi bir roman ve köklü bir Türk ailesinin hikâyesi. 1204 yılında İstanbul’da başlıyor ve Fransa Nice’de bitiyor.
-Sizi en çok etkileyen romanınız hangisi?
Gisele Durero-Köseoğlu - Mahperi ve Gürcü hatun beni çok etkilemiştir. Çünkü bu kitaplar için senelerce çalıştım Toplam 10 sene uğraştım diyebilirim. Kaynakları önce Fransızca’ya çeviriyordum. Eski kaynaklardan tercüme inanın çok zordu.
-Kitaplarınız Fransa’da yayınlanıyor mu?
Gisele Durero-Köseoğlu – Evet. kitaplarım Fransa’da çıkıyor ama yalnızca internet üzerinden satılıyor. Hatta Gürcü Hatun’u Fransa’daki Ataturquie Yayınevi bastı. Gürcü Hatun Fransa’da bayağı satılıyor. Fransızların ilgisinden oldukça memnunum. İstanbul Üçlemesi’nin ilk romanı İstanbul’dan Pencereler Yunanca’ya çevrildi ve Yunanistan’da satılmakta.
Basılan bütün kitaplarım Türkiye hakkında. Türkiye’nin hem kültürünü, hem insanlarını tanıtmak benim için çok önemli. Çünkü Türkiye’yi çok seviyorum.
İSTANBUL ÜÇLEMESİ’NİN TASLAKLARINI BİR KAFEDE YAZDIM
-Nasıl bir ortamda yazıyorsunuz?
Gisele Durero-Köseoğlu - Ben Teşvikiye’de eski bir dairede oturuyorum ve çok şanslıyım ki bir çalışma odam var. Tabii ki yalnızca çalışma odamla sınırlı değil yazma alanım. Metroda, kafede her yerde yazabiliyorum. Mesela İstanbul Üçlemesi’nin taslakları bir kafede yazıldı.
Yanımda her zaman not aldığım bir defter bulunur. İlk başlarda zorlansam da bilgisayarın hayatıma girmesi yazma sürecimi olumlu etkiledi. Daha kolay araştırma yapabiliyorum, hangi belgelere nasıl ulaşabileceğimi biliyorum. Şimdi araştırma yapmak çok daha kolay. Tarihi roman yazmak gerçekten zorlu bir süreç. Okuyucuyu doğru bilgilendirmek, tarihimizi insanlara doğru anlatmak çok önemli bir konu bence. 
-Türkiye ve dünyada size ilham veren veya en çok etkilendiğiniz yazarlar hangileri?
Gisele Durero-Köseoğlu - Türk yazarlardan kesinlikle Yaşar Kemal ve ondan hem çok şey öğrendim hem de çok etkilendim. Hatta Yaşar Kemal’e o kadar hayranım ki 40 yaşındayken Nobel ödülü alması gerekirdi diye düşünüyorum. Yaşar Kemal dışında Ayşe Kulin’i çok seviyor ve eserlerini takip ediyorum.
Tabii ki dünya edebiyatından pek çok yazarı okuyorum. Lawrence Durrell bunların başında gelir. Özellikle Fransız edebiyatından çok etkilenmişimdir. 
 BİR SELÇUKLU DESTANI
Aşk ve Nefret...
Mahperi Hatun, eşi Alaeddin Keykubad'ın zehirlenerek öldürülmesinden sonra oğlunun iktidarını güçlendirmek için Emir Köpek'le amansız bir çekişmeye girer. Genç Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, Gürcü Hatun olarak nam salacak güzel Tamara ile evlenir. Anadolu'da geçici bir bahar havası eser. Ama bu fazla sürmeyecektir. Korkunç tehlikeler Selçuklu Devleti'nin üzerine çökmektedir.
Savaş ve Ölüm...
Emir Köpek'in gizli emelleri, Baba Resul isyanı, Moğol İstilası, Emir Karatay'ın uğraşıları...
Mutluluk ve Hoşgörü...
İktidar hırsı olmayan Gürcü Hatun mutluluğu dinde aramaktadır. Müslüman olduktan sonra huzuru Mevlana'nın müridi olmakta bulur ve Mevlana'nın ölümünden sonra onun türbesini yaptırır.
Mahperi Hatun ve Gürcü Hatun romanları Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu arifesinde Anadolu Selçuklu Devleti'nin son zamanlarını mercek altına alan tarihi roman olmalarının yanında bir sanat tarihi belgeselidir. Bir Anadolu destanıdır.
Tarihi roman sevenlerin keyifle okuyacağı Gürcü Hatun Romanı, 13. Yüzyılda Anadolu'da iz bırakmış kişiler ve gerçek olaylar üzerine kurgulanmış. Araştırmacı yazar Gisele Durero Köseoğlu ciddi, bir çalışma yapmış. 10 yılın üzerinde yakılan araştırmalardan bu eser ortaya çıkmış. 13. Yüzyıl üzerine yazılmış tüm yerli ve yabancı önemli kaynaklardan faydalanmış.
Romanın ilk cildinin kahramanları Alaeddin Keykubad ve Mahperi Hatun' un çocukları Gıyaseddin Keyhüsrev, Gürcü Hatun adıyla nam salacak Tamara ile evlenir, ikinci cilt onların yaşamlarını anlatmaktadır. Bu iki cilt ayrı ayrı okunabiliyor.
Anadolu Selçuklu Devletinin en parlak dönemi Alaeddin Keykubad'ın devridir. Moğol saldırıları imparatorluğu zayıflatır. Felaketler art arda gelir.
Yazar Gisele Durero Köseoğlu Orta Çağ’ın ilgisini çektiğini onun için Anadolu'nun 13. Yüzyılını araştırdığını ve bu dönemin çok önemli olduğunu ve Selçuklular’ın o zamanların dünyadaki en mutena medeniyetlerinden birini oluşturduğunu söylüyor. Onlar Anadolu'nun yollarını yaptırıp, kervansaraylarla donatmışlardı. Bu kervansarayların birçoğu bugün harabe halindedir. Alaeddin Keykubat din, dil, ırk farkı gözetmeden tüm Anadolu insanını eşit şartlar altında idare etmiş çok başarılı bir sultandır. Ama Gıyaseddin Keyhüsrev babasıyla aynı niteliklere sahip değildi. Hatta Osman Turan onun için ‘kifayetsiz biriydi’ der. Babası gibi uzlaşamayıp, Moğollarla ilişkileri bozmuş ve Anadolu Selçuklu Devletinin sonunu hazırlamıştır.
Dini hoşgörüyü öne çıkaran Mevlana'ya romanda önemli bir yer ayrılmış.
Yazar, romanı hakkında, tarihi bir roman olduğunu ve her zaman kurgunun tarihsel olaylarla örtüşmesini sağlamaya çalıştığını söylemektedir.
Ve bu konuda bayağı başarılı olmuş.
Ayrıca bu kitaplarda saray ve kervansaray mimarisi, zamanın günlük yaşamı, devletler ve insanlar arasındaki ilişkiler, kıyafetler, yiyecek ve içecekler üzerine değerli bilgiler var. Yazar, gündelik eşyaların tanımı için, özellikle Konya, Kayseri ve Sivas'taki müzelerde incelediği eşyalar ve tasvirlerde ya da tarih kitaplarındaki resimlerde gördüğü gerçek nesnelerden esinlendiğini ama yazdığının bir tarih kitabı değil, bir roman olduğunun altını çizmektedir.
Romanda tarihi olaylar ve tarihi karakterler hakkında her şey gerçek. Tarihsel karakterleri tanımlamak için, kaynakların bu kişiler hakkında söylediklerine saygı duyulmuş. Diğer karakterler romantik bir amaç için yaratılmış hayali roman kahramanları.
Gürcü Hatun’un ve Mahperi Hatun’un tarihsel olarak çok önemli rol oynadıkları kesindir. Çünkü o tarihlerde yaşamış kadınlar hakkında bilgi bulmak çok zordur. Ama bu iki kadının yaşamları ve aileleri üzerine bilgiler vardır.
Mahperi Hatun ve Gürcü Hatun bir destan veya bir trajedinin kahramanlarıdır. Onlar tarihin oyuncakları olan bütün kadınların sembolüdür.
Yazar romanı yazarken bu kadınlara özdeşleştiğini hissettiğini ve o zaman hakkında yazarken ön yargılarından kurtulmaya çalıştığını ve yıllardır Türkiye'de yaşamakta olduğu için, şu anda hoşgörüyle sıvanmış iki kültürlü olduğunu söylüyor. Amacının bugüne kadar edebiyatta oldukça küçük bir yer işgal eden ve onu büyüleyen bir dünyayı canlandırmak olduğunu ve Selçuklu Medeniyetinin büyüklüğünü göstermek için adeta Selçukluların bir tür destanını yazmak istediğini ilave ediyor.

samedi 2 juin 2018

Gezi rehberi : Côte d’Azur- Gisèle Köseoğlu ve Taceddin Köseoğlu




Okurum, Gezerim, Yazarım... Menton’dan Saint Tropez’ye Monaco, Nice, Cannes, Grasse…



Menton’dan Saint Tropez’ye

Monaco, Nice, Cannes, Grasse…

Roquebrune-Cap-Martin, Saint-Paul-De-Vence

Hauts-de-Cagnes, Juan-Les-Pins, Mougins, Fréjus…

Le Pan-bagnat, La Socca…

Menekçe, lavanta… Ve Parfüm,

Çiçeğiyle, mutfağıyla, zenginliğiyle, şehirleri ve

biblo köyleriyle…

İşte size mavisiyle, yeşiliyle…



GÜNEŞ, DENİZ VE IŞIK ÜLKESİ CÔTE D’AZUR.

Her Satırı Yaşandıktan Sonra Yazılmıştır.

Yuvarlak Dünyanın Köşeleri serisi ile şehri duyarak,

koklayarak, görerek ve hissederek yaşamanız için,

kitabınız, rehberiniz…


Gürcü Hatun romanı, Gisèle Durero-Köseoğlu. Çeviren:Burçak Targaç


Original adı, fransızca : Sultane Gurdju Soleil du Lion, mayis 2015

Çeviren :Burçak Tangaç

Genel Koordinatör : Mine Sarıkaya

Kapak Tasarımı : Levent Dönmez

Genel Yayın  Yönetmeni : Taceddin Köseoğlu

  




Mahperi Hatun romanının ikinci cildi olan Gürcü Hatun 13. yüzyıl Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki yaşanan olayları gözler önüne seriyor.

Aşk ve Nefret…

Mahperi Hatun, eşi Alaeddin Keykubad’ın zehirlenerek öldürülmesinden sonra, oğlunun iktidarını güçlendirmek için Emir Köpek’le amansız bir çekişmeye girer. Genç Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, Gürcü Hatun olarak nam salacak güzel Tamara ile evlenir. Anadolu’ da geçici bir bahar havası eser.

Ama bu fazla sürmeyecektir. Korkunç tehlikeler Selçuklu Devleti’nin üzerine çökmektedir.

Savaş ve Ölüm…

Emir Köpek’in gizli emelleri, Baba Resul isyanı, Moğol İstilası, Emir Karatay’ın uğraşıları.

Mutluluk ve Hoşgörü…

İktidar hırsı olmayan Gürcü Hatun mutluluğu dinde aramaktadır. Müslüman olduktan sonra huzuru Mevlana’nın müridi olmakta bulur ve Mevlana’nın ölümünden sonra onun türbesini yaptırır.
Gisèle Durero Köseoğlu’nun yıllar süren araştırmaları sonucunda yazdığı Mahperi Hatun ve Gürcü Hatun romanları Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu arifesinde Anadolu Selçuklu

Devleti’nin son zamanlarını mercek altına almaktadır. Gürcü Hatun romanı sadece bir tarihi roman değil aynı zamanda bir sanat tarihi belgeseli ve bir felsefi araştırmadır.

samedi 31 mars 2018

Sandor Marai. Les Braises ou quarante ans à ruminer sa vengeance


Le miracle de la littérature, c’est d’être inépuisable ! Car lorsqu’on se berce de l’illusion d’avoir « beaucoup lu »,  on découvre soudain  un auteur qui nous bouleverse, nous envoûte et nous fait partager son univers au point qu’on se l’approprie et que ses phrases deviennent les nôtres !

C’est ce qui vient de m’arriver avec Sandor Marai et je me demande comment j’ai pu arriver à cet âge et avoir tant lu sans avoir connu auparavant ce merveilleux écrivain !

Le roman Les Braises se déroule dans un vieux château isolé, où un général de soixante treize ans, Henri, attend avec impatience un mystérieux visiteur qu’il n’a pas revu depuis quarante ans et quarante trois jours.




Depuis la mort de son épouse, huit ans auparavant, Henri a condamné l’aile de la demeure où il vivait avec elle, fait recouvrir de draps blancs meubles et bibelots et s’est retranché dans l’aile qui servait jadis d’appartement à sa mère.

 Le château était un monde à soi, à la manière de ces grands et fastueux mausolées de pierre dans lesquels tombent en poussière des générations d’hommes et de femmes, enveloppés dans leurs linceuls de soie grise ou de toile noir. … Il conservait également le souvenir des morts. Des souvenirs qui se dissimulaient dans les recoins, comme se cachent les chauve-souris, les rats, les cloportes, dans l’humidité grise des très vieilles caves.  

Les premiers chapitres effectuent un retour en arrière pour évoquer l’éducation d’Henri à l’Académie militaire de Vienne et son amitié avec Conrad, que son père avait jugé « différent » d’eux car il n’était pas un soldat mais un passionné de musique.

Pour la soirée fatidique, Nini, la vieille gouvernante du général, va reconstituer dans le moindre détail, jusqu’au menu et aux bougies bleues ornant la table, une soirée qui s’était déroulée quatre décennies auparavant. Jusqu’à ce que le général et son visiteur, deux vieux amis dont l’univers s’est écroulé avec la disparition de l’Empire austro-hongrois, ne passent à table pour un inoubliable huis-clos.

Car le visiteur, on l’aura deviné, n’est autre que Conrad, qui, quarante ans plus tôt, démissionnant de l’armée, s’en est allé vivre en Asie, sans faire ses adieux au général. Et cela fait quarante ans que ce dernier cherche à élucider la raison du départ de Conrad : connaître  enfin ce qu’il nomme « la vérité ».



Les Braises est un roman existentiel qui passionne par ses dialogues sur la vie mais  « envoûte »aussi par son atmosphère et multiplie les phrases qui font rêver :

La nuit, au clair de lune, cerfs et chevreuils se risquaient hors de forêt, s’immobilisaient pour épier de leurs yeux graves, aux reflets métalliques et bleutés, les fenêtres éclairées du château et semblaient écouter la musique.

La tension monte au fil des pages, car quarante années n’ont pas éteint le feu couvant sous la cendre et c’est par petites doses que l’auteur distille lentement les raisons pour lesquelles le général attendait depuis tant d’années cette confrontation.

Un roman philosophique sur la vie, émaillé de phrases à portée universelle dont on pourrait recopier des dizaines.

Un roman traversé par la métaphore du cerf, qui incarne les rêves ou l’amour de la femme aimée, tout autant  insaisissable.

Une inoubliable méditation sur le destin, la vieillesse, le souvenir, le sens de l’honneur, l’amitié, la trahison, la vengeance et la mort.

Être différent de ce que l'on est... est le désir le plus néfaste qui puisse brûler dans le coeur des hommes. Car la vie n'est supportable qu'à condition de se résigner à n'être que ce que nous sommes à notre sens et à celui du monde. Nous devons nous contenter d'être tels que nous sommes et nous devons aussi savoir qu'une fois que nous aurons admis cela, la vie ne nous couvrira pas de louanges pour autant. Si, après en avoir pris conscience, nous supportons d'être vaniteux ou égoïstes, d'être chauves ou obèses, on n'épinglera pas de décoration sur notre poitrine. Non, nous devons nous pénétrer de l'idée que nous ne recevrons de la vie ni récompense ni félicitations. Il faut se résigner, voilà tout le grand secret...

L’auteur

Né en Hongrie en 1900 Sandor Marai commence sa carrière littéraire par des articles dans les journaux hongrois et allemands, écrit des pièces de théâtre et traduit Kafka en hongrois. Marié en 1922 à Llona Matzner, surnommée « Lola », il s’installe avec elle à Paris pendant cinq ans, et fréquente les milieux littéraires et artistiques.


Sa carrière de romancier ne commence véritablement qu’après son retour en Hongrie et son installation à Budapest mais elle sera prolifique : Premier amour, (1928), Les révoltés  (1930),  Un chien de caractère, (1932),  Les confessions d’un bourgeois, L’étrangère (1934),  Divorce à Buda (1935), Patrouille à l’ouest (1936), Les jaloux (1937),  L’héritage d’Esther (1939),  La conversation de Bolzano (1940), Sinbad rentre chez lui (1940), Métamorphoses d’un mariage  (1941), Les braises (1942), La mouette (1943)…



Attristé par les épreuves, comme la mort de son père, celle de son fils Kristof et la destruction de sa maison pendant la guerre, Sandor Marai connait un bref répit lors de sa reconnaissance par le régime communiste qui s’est installé en Hongrie ; il publie encore  La sœur (1946) et Les offensés (1947). Pourtant, il devient bien vite la cible de critiques et décide de s’exiler, choix cornélien qu’il évoquera en 1972 dans son œuvre autobiographique Mémoires de Hongrie. Après un passage par Naples, il s’installe avec son épouse à New-York, retourne encore en Italie puis repart à San Diego pour se rapprocher de leur fils adoptif János. 





Mais après le décès de Lola en 1986 puis celui de János, il se suicide en 1989.